top of page

Özgür Zeybek'ten Gelen

SON TAŞ

Giriş; Yabancı'yı okudum. Meursault karakteri ile Cohen Biraderler'in "Orada Olmayan Adam" filmindeki Ed karakteri arasındaki benzerlik korkunçtu. Bizde olsa çalıntı derler. Coen'lerin esinlendiği açık ama iyi iş çıkarmışlar. Filmi sevmiştim, kitaba bayıldım. Karakterler benzese de, konu tamamen farklı. Oysa filmde de kitapta da asıl konu karakterler zaten. Asıl konu mu?

İnsanların anlaşamadıkları da çoğu zaman bu değil mi? Öyle ki, bir süre sonra konuda unutulur ve sadece anlaşamamaya başlarlar. Anlaşamamak da hoşumuza gidiyor bazen. Bir süre sonra ortalama bir doğru veya yalan söyleniyor. Susuluyor, unutuluyor...

İlişkileri neden belli bir mesafede yürütemiyoruz dersiniz? O zaman ilişki mi olmuyor acaba ? Nietzsche'nin aforizmalarından birindeydi, " iki kişi arasındaki iki adımlık mesafe, biri bir adım attığında diğeri geç kalırsa, bir uçuruma dönüşür.”

Peki ya Mesafe Pathosu ! Ona ne demeli.

Aslında hepimiz aynı bütünün küçük ve önemsiz parçaları iken, bunca telaş boşuna mı? Ortalama bir ilişki düzeyi, doğru ve yanlışlar bütünü içinde sessizce bir yaşamı tercih etmek asıl konunun içinde yer almak için yeterli mi? Eşitlik, yaratıcılığı ve becerileri ortalama bir şeye dönüştürür mü? Bütün bu sorular da asıl konuya dahil mi? Asıl konu mu? Asıl konu karakterler zaten. Gelişme; Genelde yürümeyi severim. Bir yerden bir yere giderken de yürümeyi tercih ederim. Yürürken, etrafımda gördüğüm herkes birbirine benziyor. Fakat durup konuştuğunuz da, aslında insanların, kendisiyle ve diğer bütün insanlarla aralarındaki mesafe şaşırtıcı. Mesafeler tanımlıyoruz sürekli. Çünkü kat edilecek bir yol yoksa ilerlemek anlamsızlaşıyor. Kurulan her mesafe bir sonraki için referans oluyor. İnsanları tanımak, tecrübe, güven gibi kavramlarla tanımladığımız bütün bu ilişki ağı aslında kendimizi tanımlamak için değil mi? Mesafeler, benzerlikler, benzememe çabaları ve uçurum… Bugün de, pek çok insan için, yürünmemesi gereken bir mesafeyi yürüdüm. Böylece insanlarla aramadaki mesafeyi tekrar test etme şansım oldu. Yolda yürürken, koltuk altlarında yara varmış gibi ya da uçmayı deneyen bir hindi gibi yanımdan hızla geçen adamla çarpıştık. "Önüne baksana kardeşim" dedim. O da aynısını benden beklediğini söyledi ama bu kadar kibar değildi. Tartışırken, kavga ederken bile birbirimize "Kardeşim" diyoruz. Güzel insanlarız aslında. Sonra kavga etmek istemeyen ama altta kalmak da istemeyen iki insanın arasında ne olursa o oldu. Saçma sapan bir itişme. Zaman ve enerji kaybı... İkili görüşmeler, müzakereler… Derken, anlaşamayarak ama anlaşmış gibi yaparak ayrıldık. Her insan en az bir kez yaşamıştır sanırım. Sadece insanlar mı? Kurumlar, topluluklar, ülkeler… “Önüne baksana kardeşim!” Özellikle ülkeler arasında olduğunda daha da saçma bir hal alıyor bence. Asıl konu mu? Asıl konu karakterler zaten.

Neyse ki eve vardım. İnsan bir yere varınca, diğer bütün yerler anlamsızlaşıyor. Bu yüzden varmak iyidir. Bir yere, bir sonuca, bir kişiye, bir sona belki de... Immanuel Kant şöyle demiş; “algılanmayan şeyler, nesnelliğini kaybeder. “ Böylece geldiğimiz yerlerin bundan sonra gideceğimiz yerler karşısında ya da o anda bulunduğumuz yer karşısında önemi git gide azalıyor. Unutmak, gerçek bir olguyu nesnellikten uzaklaştırırken, hatırlamak gerçekte olmayan herhangi bir şeyi büsbütün nesnelleştirebiliyor. Her iki durum da, kısa süreliğine de olsa, keyifli... En azından “gideceği yeri bilmeyen böcekler gibi dolanmaktan iyi”. Oysa, genel olarak unutmak iyidir. Üstelik her koşulda… "Gideceği yeri bilmeyen böcekler gibi" bu dize Edip Cansever'e ait. Ondan başkası da söyleyemezdi zaten. Genel olarak ve sonuç olarak, anlaşamamak gibi ortalama bir gerçekliğimiz olsa da, anlaşılır olma/olabilme kaygısı taşıyoruz aslında. Edip abi hariç. "Eh yani n'olur siz bizi anlamasanız da" Edip Cansever dinliyorum uzun zamandır. Evet evet dinliyorum. Okumaktan gözlerim yorulunca ya da gece çok geç saatlerde şiir dinlemek iyi geliyor. Teknoloji güzel şey. Okumak gibi olmuyor tabii ama zihni boş bırakmamakta gerek. O zaman hayatın kaba nesnelliğine dönme ihtimali var. Eve gelince de böyle yaptım. Biraz Edip Cansever dinledim. Cemal Süreya, “Edip, fazla şiirden öldü” demiş. Ben de bol bol Edip dinledim. Bir süre daha hayatta kalmam gerek… Hayatta kalmakla, hayatta olmak aynı şey mi? Bunu bir ara düşünmeli. Edip Cansever güzel adam. Keşke benim yaşadığımı görseydi. Bende onun elini nasıl havaya kaldırdığını, cebindeki not defterine bir şeyler not ederken yüzünün nasıl bir hal aldığını görebilirim. Belki tanışırdık. Sonra arkadaş olurduk mesela. Mahallede çok havam olurdu. Marcel Proust var bir de... “ artık her şeyi yazdım, ölebilirim” diyeli 97 yıl olmuş. Ah! Zaman işte… Zamanı neye göre tanımlamak gerek? Peki ya yokluk? Yokluk bir durumdur. Bizden bağımsızdır. Bir neden yada mazerete tabiidir. Oysa hiçlik bir histir. Bizimledir, edinilir ve kabullenilir ya da tam tersi… Kant’ın nesnellikten uzaklaşma kavramı da, bence, yokluk değil hiçlik üzerine. “Hiç”, “Yok”tan iyidir. İçimizdeki boşluğu tanımlar ve tamamlar. "İmge tek vazgeçilmez öğe olduğuna göre, gerçek kişileri düpedüz ortadan kaldırmaya yönelik bir sadeleştirme, kusursuzluğa doğru atılmış kesin bir adım olurdu" demiş Proust. Böylece, şiir felsefeyi geride bırakır. Nesnel olanla, düşsel olanı aynı düzlemde değerlendirmemizi sağlar.Şiiri bu yüzden seviyorum belki de. Bu sayede, gerçek kişileri ortadan kaldırıp, Edip abi ile sohbet edebiliyoruz. Birini anlamak için, diğerlerini dinlemeyi bırakmak gerek belki de. Kaldırım taşı koleksiyonu yapmıştım bir ara. Otobüsle seyahat ettiğim nadir anlardan birinde tanıştığım sonra da ortalama bir doğru ya da yalan üzerinden kurduğum arkadaşlığı, sorgulanabilir bir dostluğa dönüştürdüğüm Ellenie ile paylaşmıştım sonra. Taşlara hiç bu açıdan bakmadığını söylemişti. Her gün izlediğimiz onca nesne, biçim ve durumda henüz görmediğimiz ne kadar çok şey var. Algılanmayan yanları ile varlığını kabul ettiğimiz her şey, içinde yüzlerce imge taşıyan sihirli birer kutu aslında. “Neden küçük şeylerin altında büyük anlamlar arıyorsun” diye sormuştu bana. Bu şehir tabutunu küçük yapar adamın. Bir yerinden başlayınca anlarsın diye gülmüştüm bende. Gülmek kalıcı bir imgedir aslında. Yıllar sonra, bana şu içinden oyuncak çıkan çikolataların plastik kutusu içinde bir Truva atı gönderdi Ellenie. İçinde bir de not; " Bir şehir nerede başlar ?" Bende, Fatih parkından bir taş alıp aynı kutuya koydum. Bir de not ekledim; " Bir şehir ne zaman biter ? " Olmak istemediğin bir yerden ayrılamamak durumunu bir kabullenişe dönüştürmenin en makul yolu, küçük ayrıntılarla o kenti yeniden tanımlamaktır. Yokluk hissini, hiçlik olgusu ile yeniden kurgulamak gibi.

Sonuç; Birazdan gidip Edip abiyle sohbet edeceğim. Ellenie’den ona da bahsedeceğim. Bir de mektup yazacağım. Bir an evvel gel! Seninle karşılaşma zamanımız uzadıkça, birbirimizi anlama ihtimalimiz azalıyor, Canım Ellenie. İnsan nerede başlar ve nerede biter Ellenie? Peki ne kadar mesafe var; bizimle, bütün bir insanlık arasında? Öyleyse artık gel!

Bu son dizeyi birlikte okuyalım; "Eh yani n'olur siz bizi anlamasanız da"

Aksi halde bu sana gönderdiğim son taş.

44 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page